MÜŞRİKLERİN AKIL HOCASI VELİD BİN MUĞİRE.
Büyük bir servet sahibi olan Velid’in doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, 530 yılında doğmuş olabileceği tahmin edilmektedir. Babası Muğire, annesi ise Sahr binti Haris’tir. Ailesi; Mekke’yi iskân edip oturabilir hale getiren, buraya Kureyşlilerin gelip yerleşmelerini sağlayan Kusayr ve Zemzem kuyusunun yerini keşfeden Abdülmuttalib’in ailelerinden sonra, Velid’in ailesi Mekke’nin en ileri gelenlerindendi. Aile mensuplarının, Mekke’nin önde gelen aileleriyle yaptıkları evliliklerle de bu özelliklerini pekiştirmişlerdi.
Peygamber Efendimiz (asm) ile akraba olan Velid’in kardeşi Ebu Umeyye, Peygamber Efendimizin halası Atika ile evliydi. Diğer taraftan Hazreti Ömer’in de dayısı ve “Seyfullah” (Allah’ın Kılıcı) Lakaplı İslam orduları komutanlarından Hz. Halid Bin Velid (r.a.) in babasıdır.
Velid bin Muğire, Hişam bin Muğire ve Utbe bin Rebia gibi Kureyşin ileri gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda bir çocuğun doğduğunu haber veren bir Yahudi ileri geleni, hazır bulunanlara, bu gece bir çocuklarının olup olmadığını sordu. Bilmiyoruz cevabını alınca; “Vallahi sizin bu kabahatinizden iğrendim. Bakın ey Kureyş topluluğu, size söylüyorum. İyi dinleyin. Bu gece, bu ümmetin en son peygamberi Ahmed doğdu. Eğer yanlışım varsa, Filistin’in kutsiyetini inkâr etmiş olayım. Evet, onun iki küreği arasında kırmızımtırak, üzerinde tüyler bulunan bir ben var!” mealinde izahatta bulundu.
O gece Peygamber Efendimizin (asm) doğduğu gece idi. Hazır bulunanlar, hayretler içinde kalıp dağıldıktan sonra, evlerine gidip sordular. O gece Abdullah’ın bir oğlunun olduğunu ve adının da “Muhammed” (asm) bırakıldığını öğrendiler. Kırk yıl önceden Yüce Peygamberin geliş müjdesini öğrenen Velid, buna rağmen iman etmeyecektir.
Velid bin Muğire, insanları İslâma dâvet eden Peygamber Efendimizin (asm) karşısında yer aldı. Yüce Peygamberi fikrinden vazgeçirmek için, Ebu Talib’e müracaat eden heyetin içinde bulundu. Diğer taraftan oğlunu, Habeşistan’a hicret eden Müslümanları Necaşi’den istemek için elçi olarak gönderdi. Giriştiği teşebbüslerden netice alamadıkça, tutumu sertleşti. Aynı zamanda müşriklerin akıl hocası durumunda olduğundan, gelip kendisine danışmakta, ne yapacaklarını ve ne söyleyeceklerini kendisine sormakta idiler. Söyleyecek hiçbir şey bulamayınca sihri uydurdu. Peygamber Efendimize (asm) çeşitli hakaretlerde bulundu ve büyücülükle itham etti. Yüce Resûl (asm) bundan çok rahatsız oldu. Bunun üzerine Müddesir Sûresi nazil oldu. Elli altı âyetten müteşekkil sûrenin, 11’den 26. âyete kadar olan kısmın, Velid hakkında nazil olduğu nakledilmektedir:
“Tek başına yarattığım o kimseyi Bana bırak. Ona bol bol servet verdim. Gözü önünde duran oğullar verdim. Daha pek çok nimetleri önüne serdim. Sonra o daha da arttırmamı istiyor. Asla! Çünkü o, âyetlerimize karşı direnip durdu. Ben de onu pek zorlu bir azaba süreceğim. Düşündü, taşındı, ölçtü, biçti. Kahrolası, nasıl da ölçüp biçti! Sonra baktı. Sonra kaşını çattı, suratını astı. Sonra sırt çevirip kibirlendi. ‘Bu olsa olsa eskiden kalma bir sihirdir’ dedi. Ben onu Sakara (Cehennem) sokacağım.”
(Müddesir; 11-26).
Cenâb-ı Hakk’ın büyük nimetler bahşettiği Velid, kibir ve gururuna yenik düşmekteydi. “Ben Kureyş kabilesinin büyüğü ve başı olarak bir kenarda kalayım da vahiy Muhammed’e gelsin? Ebu Mesud Amr bin Umeyr bile nasıl bir kenarda bırakılabilir? Biz ikimiz Taif’in reisleriyiz” diyerek Cenâb-ı Hakk’ın iradesine karşı durmaktaydı. Serveti ve sahip olduğu çocuklarıyla kibirlenmekte, kendisini herkesten üstün görmekteydi. Kendisi iman etmediği gibi, kendi kavminden olanların da iman etmemesi için her türlü yola başvurdu. İslâma ve Peygamberine karşı yaptığı hareketlerinden dolayı, hakkında en çok âyet nazil olan müşrik kişiler arasında yer aldı.
Risâle-i Nur külliyatının Mektubat eserinde ismi geçen Velid ve Ebu Cehil’in Peygamber Efendimize (asm) secde anında büyük bir taş alıp vurmak istemesi hadisesi şöyle geçmektedir:
Dördüncü Hâdise:
Manevî tevatüre yakın bir şöhretle ve ekser ehl-i tefsirin
اِنَّا جَعَلْنَا ف۪ى اَعْنَاقِهِمْ اَغْلَالاً فَهِىَ اِلَى الْاَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ ٭ وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ اَيْد۪يهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَاَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ
âyetinin sebeb-i nüzulü ve ehl-i tefsir allâmeleri ve ehl-i hadîs imamları haber veriyorlar ki: Ebu Cehil yemin etmiş ki: “Ben secdede Muhammed’i görsem, bu taşla onu vuracağım.” Büyük bir taş alıp gitmiş. Secdede gördüğü vakit kaldırıp vurmakta iken, elleri yukarıda kalmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazı bitirdikten sonra kalkmış, Ebu Cehil’in eli çözülmüş. O ise; ya Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın müsaadesiyle veyahut ihtiyaç kalmadığından çözülmüş.
Hem yine Ebu Cehil kabîlesinden -bir tarîkte- Velid İbn-i Mugire, yine Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı vurmak için, büyük bir taşı alıp secdede iken vurmaya gitmiş; gözü kapanmış. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı Mescid-i Haram’da görmedi, geldi. Onu gönderenleri de görmüyordu, yalnız seslerini işitiyordu. Tâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm namazdan çıktı, ihtiyaç kalmadığından onun gözü de açıldı.
Hem nakl-i sahih ile Ebu Bekir-i Sıddık’tan haber veriyorlar ki: Sure-i
تَبَّتْ يَدَا اَب۪ى لَهَبٍ
nâzil olduktan sonra, Ebu Leheb’in karısı Ümm-ü Cemil denilen “Hammalet-el Hatab” bir taş alıp, Mescid-i Haram’a gelmiş. Ebu Bekir ile Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm orada oturuyorlarmış. Gözü Ebu Bekir-i Sıddık’ı görüyor, soruyor: “Yâ Ebâ Bekir! Senin arkadaşın nerede? Ben işitmişim ki, beni hicvetmiş. Ben görsem, bu taşı ağzına vuracağım.” Yanında iken Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ı görmemiş. Elbette hıfz-ı İlahîde olan bir Sultan-ı Levlak’i, böyle bir Cehennem oduncusu, onun huzuruna girip göremez. Ağzına mı düşmüş!..
Mektubat – 160